14 Temmuz 2009 Salı

Mutluluk ve Tatlı Krizleri; Tatlı Yemek için Güzel Bahaneler ve Hakkında Bilmedikleriniz…

Herkesin başına bir gün gelebilir. Kimileri yakından tanır bu duyguyu. O an gözümüz başka hiçbir şey görmez olur. Bazen hayali bile mutlu eder. Ne kadar doymuş olursak olalım ona her zaman yer vardır. Hele kimi günler onsuz olmaz. Birden aklımıza düşer ve sanki hiç gitmeyecekmiş gibi gelir. Daha ilk parçada mutluluk damarlarımızdan yayılır sanki. Tanıdık değil mi? Yalnız değilsiniz, hepimiz hayatımızda tutulmuşuzdur bu krize. Peki, neden tatlının psikolojimiz üzerinde böyle bir etkisi var? Tatlı isteğimizin ne kadarı psikolojik ne kadarı fizyolojik?

İşte size birkaç ipucu;

Damağımızın ilk algıladığı lezzet tatlıdır. Yeni doğan bir çocuk tuzluyu, ekşiyi, acıyı ilk başta algılayamaz. Aldığı tek tat tatlıdır. Yani hayatımıza tatlı ile başlarız ve tatlı hoşnutluk ve haz duygusu uyandırır. Belki de yaşam için yeme davranışının devamlılığını sağlar. Tatlı süt, annemiz ve sevilmek ilk tatlı hatıralardır.

Yemek yemek ve açlık fizyolojik olsa bile tıka basa bir yemeğin üzerine tatlıya yer kalması bir öğrenmedir. Tatlı haz merkezlerimizi uyarır ve ne kadar tok olursak olalım bir parça tatlının verdiği keyfi bilmemiz ihtiyacımız olmasa bile tatlıya hayır dememizi engeller.

Kadınlarda regl dönemi veya öncesinde neredeyse kaçınılmazdır tatlı atakları. Vücudumuzda östrojen, prolaktin ve tiroid hormonları bu dönemde hızla yükselir ve büyük bir enerji açığa çıkar. Tatlı krizleri ile bu hormonların seviyesi arasında bir bağ olduğu düşünülmektedir.

Depresyon kendini yeme atakları olarak gösterebilir. Uyku, yeme ve tatlı krizlerinde ani bir artış yaşıyorsanız duygu durumunuzu mutlaka gözden geçirin.

Tatlı krizi diyince ilk aklımıza gelenlerden olan çikolata da 300”e yakın kimyasal bulunmaktadır. Kakaonun içindeki teobramin denen alkoloid maddenin uyarıcı, iştah açıcı ve kuvvet verici etkisi yüz yıllardır bilinmekte. Magnezyum ve demirden de zengin. Bu nedenle hamilelerde magnezyum ve demir eksikliğinde özellikle çikolata krizleri görülebilir.

Harvard Tıp Fakültesi tarafından Panama’da yaşayan ve günde 40 fincan kakao tüketen Kuna kabilesi üzerinde yapılan araştırmada kakaonun içerdiği epicctechin adlı maddenin Alzheimer, felç, kanser ve diyabet riskini azalttığı, uyarıcı etkisinin yanında hücre yenilenmesini sağlama ve antioksidan etkisinin de bulunduğu saptanmıştır ama bunda yaşam koşullarının etkisi göz önünde bulundurulmalıdır.

Tatlı hayatımızdaki en önemli yakıt ve enerji kaynağıdır, kan şekerimizin düşmesi canımızın tatlı istemesine neden olabilir.

Tatlı ve abur cubur krizlerinin genelde canımızın sıkkın olduğu veya stresli olduğumuz dönemlerde gelmesi acaba tesadüf müdür? Sınav öncesi, bir ayrılık sonrası, bir kavga ertesi abur cubur için elverişli zamanlardır. Yoğun stres altında vücudumuz “Savaş-Kaç” tepkisine hazırlanmak için enerji üretiminde seferberlik ilan eder ve bunun için kortizol denen bir salgı salgılanır. Böylece yağ, protein ne varsa enerji kaynağımız olan glikoza çevrilir. Bu süre uzun sürdüğünde ise tepkiler tersine döner savunma sistemimiz çöker, insülin salgısı artar ve yağ yapımı başlar, buda bu dönemlerde yağlı ve tatlı yeme istediğimizin artmasına ve neredeyse abur cubur yiyerek avunmamıza neden olabilir.

Çikolata ve kakao içerikli tatlıların az alındığında beynimizde mutluluk hormonu olarak bilinen ve endorfin ve seratonin hormonlarının salgılanmasını sağladıkları bilimsel olarak ispatlanmıştır fakat bu oran bir kare çikolatan daha öteye gittiğinde aynı kahvede olduğu gibi uyarıcı etkisinden dolayı migren atakları, baş ağrısı, çarpıntı ve yorgunluğa neden olabiliyor.

New York üniversitesinin yaptığı bir araştırmaya göre tatlı yeme yatkınlığı aynı zamanda genlerle de taşınabiliyor.

Fast-food ve tatlılar yeme istediğini kontrol altına almayı zorlaştıran hormonal değişimlere de neden olabiliyor. New Scientist dergisinin yayımladığı araştırmaya göre bu gıdalar beynimizdeki yeme kontrol merkezinde bir direnç yaratarak uyuşturucu benzeri bir bağımlılığa dönüşebiliyor.

Kahvaltı etmede isteksizlik, öğlen yemeğini geçiştirme ve akşama doğru hızlı artan sürekli yeme isteği ve tatlı krizleri yaşıyorsanız sorun psikolojik değil fizyolojik olabilir. Gizli şeker olarak bilinen Reaktif Hipoglisemiye dikkat edin.

Yasak olan caziptir ilkesi tatlının hayatımızın bir lüksü ve keyfi olarak kalmasında şüphesiz etkilidir. Tatlı hep yasak aşkımızdır: yemeklerden önce yenmez, diş çürütür yenmez, kilo yapar yenmez. Ulaşılması ne kadar güçse aşkımız o kadar alevlenir.

Tatlı hayatımızın ilk hazlarından biri, bir keyif kaynağıdır. Az miktarlarda aldığımızda sağlığımıza katkılarından bile bahsetmek mümkün olabilir ama tatlı yiyerek rahatlamak ve mutlu olmak kalıcı olarak ne yazık ki mümkün değil. Bu hazzın bir savunma mekanizmasına dönüşmediği tatlı ve keyifli günler dileğiyle…


Psikolog Aytül Serpel
aymabel@yahoo.com

23 Haziran 2009 Salı

Eriyerek Yok Olma, Yemeyerek Varolma Çabası: Anareksiya Nervosa

Yüzyılın hastalıklarının arasında başrollerde bulunan ve psikolojik hastalıklar içerisinde ölümle sonuçlanan nadir hastalıklardan biri olan Anoreksiya, hızla yayılmaya devam ediyor. Kimileri Barbie’yi, kimileri manken Twiggy’i suçlaya dursun birçok dinamik, genetik ve medyatik etmen bu yeme bozukluğunun devamını sağlıyor.

Annoreksiya yunanca iştah anlamına gelen oreksi kelimesinden başına an olumsuzluk öneki getirilerek türetilmiştir ve iştahsızlık anlamına gelmektedir. Fakat iştahsızlık adı sizi yanıltmasın anoreksik kişiler yemekle ilgilerini kesmezler hatta tam tersi gündemlerinin çoğunu yemek oluşturur. Başkaları için yemek pişirirler ama kendileri için uzun bir yenmemesi gerekenler listeleri vardır ve sürekli kalori hesabı yaparlar. Baskül hayatlarını vaz geçilmez bir parçasıdır.

Anoreksik kişi boyu ve yaşına göre sahip olması gereken normal kiloyu kabul etmeyen, bu kilonun altında olmasına rağmen şiddetle şişmanlamaktan korkan ve aynaya baktığında beden algısını çarpıtılmış olarak normalden fala gören ve bu nedenle yememeye devam eden kişidir. Anoreksik kişileri bu nedenle renk körlerine benzetenler vardır, kişi ne kadar zayıflarsa zayıflasın bundan tatmin olmaz ve zayıfladığının farkına varamaz buda tedaviye direnci getirir ve süreci zorlaştırır.

Anoreksiya iki tipte karşımıza çıkabilir. Birincisi yukarıda bahsettiğimiz beden algısı çarpık olan ve sadece yemeği red eden tip, diğeri ise Blumia dediğimiz aşırı yeme nöbetlerinden sonra bilerek kusma veya ishal ilaçları ile besini dışarı atma yolu ile yemek ataklarının eşlik ettiği tiptir. Bulimiklerle aralarındaki fark ise bulimiklerin bedenlerini olduğu gibi algılayabilmeleridir.

Anoreksiyada aşırı kilo kaybı ile kan - tuz dengesi bozulur, endokrin sistem ve hormonlar dengesizleşir, kadınlarda östrojen, erkeklerde testesteron hormonun azalması ile cinsel fonksiyonlar ve üreme durur, bedende aşırı yağ kaybına bağlı olarak beden ısısını koruyabilmek için tüylenmeler olur, beyinde birçok değişim meydana gelir, böbrek ve kalp hasar alır ve zayıflar ve buna bağlı olarak da vakaların %5’inde ölümle karşılaşılır. Ölümlerde intihar ikinci sıradadır. Genellikle bu fizyolojik belirtilere depresyon ve obsesyonlar, içe çekilme eşlik etmektedir.

Anoreksiya kurbanları en başta kadınlar hatta genç kızlardır nadiren erkeklerde ve orta yaşlı kadınlarda da görülmektedir. Görülme yaş aralığı 12-25 yaş arasıdır. Kadınlarda görülme sıklığı %90–95 arası değişiyor ve erkelere göre oranı 20–1.

Kadınlardaki ideal ölçülerin değişmesi gibi şimdide erkeklerdeki iri yapılı, atletik ideal vücut kavramı yerini zayıf bedenlere bırakıyor. Her geçen gün markalar beden kalıplarını daraltıyor en dar, “fit” kesimler erkeklerin gardıroplarında bir bir yerini alıyor. Kişisel kanaatim anoreksiyanın 10 içerisinde erkeklerde görülme sıklığının hızla tırmanacağı yönünde.

ANA FAKTÖRLER

Aile İlişkileri ve psikolojik faktörler anoreksiyanın ortaya çıkmasında büyük rol oynamakta.
Bu hastalığa yakalanan kişilik yapılarında çarpıtılmış düşünceler ve mükemmeliyetçilik ön planda yer almaktadırlar. Yarım kilo bile almak tamamen şişmanlamak anlamına geldiği gibi bu mükemmellik başkalarını memnun etmeyi ve onlar tarafından beğenilmeyi amaçlar görünmektedir. Dışarıya bedenlerini kontrol ederek kendilerini ıspatlama çabaları vardır. Kilodaki en ufak bir artış kontrolü kaçıracakları duygusu yaratır.

Bu kişilerin aile dinamiklerine bakıldığında ilgisiz anneler ve aşırı baskıcı dominant babalar dikkat çekici şekilde fazladır.

Kendi beden algısına düşkün sürekli diyet yapan annelerin varlığı veya çocuğu aşırı derecede yemeğe zorlama da iştahsızlık ve anoreksiya ile ilintili gözükmektedir.

Dominant ailelerde büyüyen ve kendi hayatları üzerinde kontrol sahibi olamayan, sorunlarını dile getiremeyen bu çocuklar çözümü sorunu yadsıyıp kontrol edebildikleri tek şey olan kendi bedenlerini aşırı kontrol ederek kendilerini tatmin etmekte bulmuşlardır.

Bu çocukların özgüvenleri son derece düşüktür ve beğenilme ve onaylanma ile ilgili bir çok kaygıları bulunmaktadır.

Bir başka bakış açısına göre anoreksiya var olmayı hak etmediğini düşünmek ve zayıflayarak varlığını küçültmek, bir nevi eriyerek yok olma çabası, kendilerini cezalandırmadır.

Yok olan ilk olarak kadınlık işlevleridir.Anoreksiya, kadın hatlarını ve üretkenliğini yok eden bir hastalıktır. Kilo kaybına bağlı olarak hormonların da salgılanmamasıyla mensturasyon durur.

Dinamik açıdan bakıldığında aslında çocukluğa puperteye dönme çabası, kadınlığı red etme olarak da yorumlanabilir. Çocukluk çağında anne ile aşırı çatışmalı ilişkiler kişinin kadın kimliğini bastırmasına neden olabilmektedir. Kişi hep çocuk kalmak, büyümemek ve beklide takıldığı çocuk çağındaki çatışmalarını çözebilmek için cinsel kimliğinden ve beden algısından vazgeçer.

Taciz ve benzeri travmalarda beden imgesini bozabilmekte, kişinin kaygı ve suçluluk duyguları ile baş etmekte güçlük çekmesi ve sorununu bastırması anoreksiyaya zemin hazırlamaktadır.
Yapılan araştırmalar sıcak aile bağlarının, haftada en az 5 defa ailece yemek yemenin ve sohbet etmenin ergenlerde anoreksiyaya yakalanma riskini önemli ölçüde azalttığını belirtmektedir. Buda ailevi dinamiklerin ne derece önemli olduğuna dair bir göstergedir.
Anne babaların çocuklarını hataları ve zaafları ile kabul edebilmeleri, hayatlarına ve bedenlerine saygı duymaları tüm yeme bozuklukları için anahtar bir role sahiptir. Küçük yaşlardan itibaren çocuklarımızın bir birey olduğunu hatırlamak ve onların sınırlarına girmeden beden ve hayatlarının sorumluluğunu yaşları ölçüsünde onlara bırakmak kendine güvenli sorunlarını çözebilen ve bedeni ile barışık bireyler yetişmesine katkıda bulunacaktır.

Medya

Medyada inceysen güzelsin kavramının sıklıkla vurgulanması birçok kadının kendi bedenlerinden mutsuz olmalarına ve bu medyatik öğelere benzeyebilmek için aşırı zayıflama çabalarına girmelerine neden olabilmektedir. 80 yıl öncesinde balık etli kadınlar güzel ve sağlıklı kabul edilirken günümüzde 0 beden yani 34-36 beden ideal ölçüler olarak sunulmaktadır.

Amerikan Sağlık dergisi Health Magazine`in 2002 yılında yayınladığı bir araştırmaya göre; televizyondaki kadın karakterlerin yüzde 32`si normalin altında bir kiloya sahip.

Yine Johns Hopkins Üniversitesi`de yapılan bir araştırmaya göre 1970 yılından beri ABD`de güzellik kraliçesi seçilen kızların yarısından fazlasının BKE (Beden Kitle Endeksi) 18,5`in altındadır, yani Yani Dünya Sağlık Örgütü`nün kriterlerine göre bu kişiler açlık sınırının altında. Normal Beden Kitle Endeksi ise 20-25 arası olarak kabul ediliyor.

Gelelim Barbie’lere .Sussex Üniversitesi`nden Helga Dittmar’ın yaptığı açıklamalar dikkat çekici, Developmental Psychology dergisinde yayınlanan çalışmasında Dittmar çok küçük yaşlardan itibaren çocukların bu zayıf beden algısına kapıldıklarını ve kendi bedenlerinden mutsuz olduklarını söylüyor ve ekliyor . “Bu hoşnutsuzluk, çocuğun çok erken bir yaşta vücuduyla didişmesine ve anoreksiya ya da bulumia nervosa gibi yeme bozukluklarına neden olabiliyor ama dünyada her yüz bin kadından ancak bir tanesinin Barbie`lerle empoze edilen vücut formuna sahip olma şansı var”.

Hastalığın medya tesiri ile adeta bulaşıcı hale gelmesi devletleri de harekete geçirdi. Fransa çıkardığı bir yasa ile aşırı zayıflığı öven herhangi bir basın kolunda haber yapan kişilerin 3 yıla kadar hapsini isteyebilecek ve bu kişilere 36 bin sterlin para cezası verilecek. Avrupa’da çok popüler olan zayıflık merakı nedeniyle Fransa’da 40 binden fazla kişi anoreksiya ile mücadele ediyor, bu rakam İngiltere’de Fransa’nın iki katı.

Fizyolojik faktörler neler?

Doktorlar 0 beden kişilerin doğuştan bir yatkınlık taşıdığı ve düşünce yapılarının da farklı olduğu kanaatinde.

Anoreksiya vakalarının çoğu masum bir diyetle başlamakta. Bu konunun bir takıntıya dönüşmesi ile fiziksel yıkım oluşmaktadır.

ABD’de bulunan Pittsburgh Eyalet Üniversitesinde Dr. Bailer tarafından yapılan bir araştırmada anoreksiyanın, beyinde ruh halini kontrol eden seratonin hormonunun salgılanmasıyla bağlantılı olduğu saptanmış.
Bilim adamları, serotonin seviyesinde meydana gelen değişimlerin, anoreksinin yani aşırı iştahsızlıkla ortaya çıkan sürekli kilo verme isteğiyle bağlantılı olduğunu bu sayede, anoreksinin önüne geçilebileceğini söylemişlerdir.

Anoreksiya, psikolojik, sosyal, fiziksel ve genetik birçok faktörün birleşiminden oluşabilmektedir bu nedenle tedavisi de çok boyutlu olmayı gerektirmektedir.

İdeal tedavi, doktor, diyetiysen ve psikoterapist üçgenin oluşturulması ile sağlanır.

Anoreksik kişiler sorunu kabul etmediklerinden yardım almayı da kabul etmezler burada ailelerin ve/veya çevrelerinin yardım almaları konusunda ısrarcı olmalarında fayda vardır yalız bu ısrar yemek yeme konusunda bir baskı ve ısrara kesinlikle dönüşmemelidir.

Tedavisinde davranışçı yöntemler, bireysel psikoterapi ve aile terapisi oldukça etkili olmakta ama emek isteyen detaylı bir süreç gerektirmektedir.

Anoreksiyada ve blumia da beden adeta metaforik olarak dile gelmekte değersizlik ve kontrolsüzlük duyguları beden üzerinden tatmin edilmektedir.

Bedenimiz tüm duygu ve çatışmalarımızın iz düşümlerine sahip bir haritadır. Bu haritaya kulak vermek ve doğru okumak birçok çatışmamız soruna dönüşmeden kendimizi tanımak ve hayatımıza doğru yönü vermek demektir. Bedeniniz ve kendinizle barışık bir yaşam dileğiyle…